Tuesday, December 08, 2009

Hatırşinas

Bulutlar yaklaşıyor
benim adını bile bilmediğim batılardan
senin adımını bile atmadığın doğulara.
Her şey sarı ve tembel olmak zorunda değil
sarının siyaha bir türlü dönüşemediği
çürük yeşiller de var
caddeler, İstanbul semtleri, gözlerimin uykulu rengi mesela.
Bu bulutlar yağmur dökmeyecek
aramızda kalsın
senle beni yanık ekmek tadında bulutlar ayırsın
olacak iş mi?
Polca bir şarkının peşinden
bunca zaman geçti hala
içimde sıvımayan bulutlar
ıslanmayan kırlar
var olmayan sağnaklar
içime sığmayan akşamlar var.

Pembe gökyüzünden saçlarımın diplerine doğru
yağan karlar var
sisli ayva sarısı bir ışıktan süzülen
eski siyah kabanımın üstüne reçel gibi sürülen.
O da durmuyor ki yerinde
eridiğinde
ıslatan, ağırlaştıran, tam bir uyku hayatı
çünkü top top, puf puf, çok fazla yatak gibi
üstüne uzanıyorsam karla kaplı kumların
sıcak bir şeyler ört istiyorumdur üstüme
uzanıyorsam,
örtün benimle.
Ya da koşalım mı sahilde?
güneş henüz gri bir mercek iziyken ve kuşlar karar vermemişken uçmaya
sadece ellerimiz ve burnumuzun ucu kırmızı
onun dışında hava hep soğuk
ve aşık olduğumuz renginde
sıcak bir şeyler hakkında konuşalım
mesela battaniye.
Sana Sigur Ros'tan bahsediyorum
kardaki martı ayaklarından
boş cankurtaran direklerinden
üşüyen kedilerin tembelliğinden
denizin isteksizliğinden.
her şey boz, her şey
Olsen Olsen...

Monday, October 19, 2009

Mourning Box

Islak, buruk, hissiz, mide bulandırıcı, gri, komik ve soğuk...
Sakinliğini zorluyor kalbimin aniden öfkelenen bir şimşekten de fazla, daha fazla!
Sessizliği kırıp geçiyor, kırıldığında o sessizlik, gürültüye dönüşüyor etrafta devrilen vazolar, tablolar, ayaklı saatler...
Izdırap, sabaha karşı odanın içine zorla girmeye çalışan tatsız bir ışık ya da gece bir türlü ayık kalmaya izin vermeyen ağırlık, gözleri kapanırken gecenin.
Zamanı sevmiyorum başında beklerken.

Tek bir kelimeyi hatırlıyorum, yaşıyorum, soluyorum, soyuluyorum, susuyorum...

Friday, August 14, 2009

Doğanın El(f) Kitabı

Deprem tarifi: Bir keresinde odamın içine kocaman bir boğa girdi. Boynuzlarını ileri geri salladı ve her şeyi yerle bir etti. Yatağımı sırtına alıp savurdu. Çok korktum!

Gece ve gündüz tarifi: Bir tabak şekerli hamuru fırına koydum. Hamur yavaş yavaş turunculaşmaya başladı ve en sonunda kabarık, tupturuncu oldu. Üstünü bir bardak çikolatayla sıvadım ve Hindistan ceviziyle süsleyip servis yaptım.

Deniz tarifi: Endonezyalı kadınların başında; billur, parlak, turkuaz Jakarta kumaşlar var. Saçlarında gözleri yeşil, mavi, kahverengi tokalar.

Kader tarifi: Avucun içindeyken sıkılmaması gereken, yoksa buruşan ve küre şeklinde olduğu için bir daha asla düzeltilemeyen bir şey varsa o da ping pong topudur.

Ay tarifi: Dolunay: Suda eritilen asprin, Ay yüzeyindeki kraterler: Ponza taşı, Ay rengi: Rakı balık, Ay tutulması: Ayrılık, Yeni Ay: Doğum

Kedi tarifi: Yüzüme pudra sürmek için aldığım, üstünde pembe kurdela olan pufları makyaj sepetimin içine koydum. Bütün gün orada uyuyorlar.

Kuş tarifi: Gözlerimi açıp kapadığımda küçük halkalar görüyorum. Buğulu, iğne deliği kadar halkalar...

Geyik tarifi: Akasya ağaçlarının dore dalları arasından pamuk polenler dökülüyor her rüzgar esişinde.

Kuzu tarifi: Karla kaplı patika.

Güneş tarifi: Ev oturmalarında mandalinalı jöleler yapar anneanneler. Küçük kız çocukları gülümseyerek baksınlar diye masada; bütün keklerin, kurabiyelerin, böreklerin ortasına koyarlar tabakları. Sabırsız, aceleci ve sıcak.

Kuyruklu yıldız tarifi: Masal kitaplarındaki uzun siyah saçlı kız.

Friday, June 26, 2009

Hecate (Bir Yaz Günü Saadeti)

Soğan kabuğu saçlı kadın
odasının duvarlarına yazılar yazmıştı.
Parmaklarını bir kutu siyah boyaya batırıp yazdığından
kalın simsiyah yazılardı,
yeşil duvarlarında
Arap hatlarına benzeyen.
Bilhassa kelimeleri seviyordu
hızlı ve pratik oldukları için.
Kelimeler; hızlı, pratik ve derindi.
Kelimeler hilesizdi.
Onlardan da çok sevdiği
çizimleri vardı
hepsi ona benzeyen,
Frida Kahlo'nun oto portreleri gibi
korseler, hastaneler ve doktorları düşündüren
ve bir yatağın tavanındaki aynayı.

Büsbütün kanepesine uzanır
Venüs bedenini sergilerdi;
küçük oval penceresinden yüzüne,
öğle ışığı süzülürken doğan.
İçkisini yudumlardı
ince cam bardakta sakız rakısı
Virginia Slims olduğu halde
ince parmaklarında.
Tek omzu düşmüş eski bir t-shirt'ü
elbise gibi giyip üstüne
heyhat, bacaklarını açıkta bırakan
derin bir pervasızlık içinde.

Janus'un yüzlerine mütenazır;
bir Flamenko dansçısı kadar ateşli
güzel bir kadın kadar mesafeli oluverir
ramak kaldığında
gecenin yarısına.
Benzerdi aslında
tam da öğle vakti gelmeden yenen
bir dilim soğuk limonlu parfe
evinin küçük balkonunda.

Yeşilbağa gözlü kadın
süslemeyi severdi arka bahçesini
mumlar, çiçekler ve örtülerle.
Minderlerin üstünde, kırmızı şarkılar eşliğinde
'Bloodstone'
veyahut eski bir pikaptan
Macar şiveli Yonderboi
sinirli erkek sesi, tango, aşk, aşk kederli.
Saçlarında flörtçü rüzgarlar, oynaşlar
önünde uçuşan kağıtlar, evlerden gelen kahkahalar...
Yazmak müstesna
aklına gelen her şeyi
deliler gibi...

Düşsel Varlıklar Kitabı'nın altın sarısı yapraklarında
gece yürüyüşleri
uzak ülkeleri hayal ederdi
denizleri, serçeleri
İspanya'daki Endülüs gecelerini
Ta ki;
okumaktan değil de,
yüzmekten yorulduğunda
en güzel yer
ağaçların altı
susup yaprakları dinleme zamanı.

Böyle böyle uykuya dalardı
serin, sessizzz
karnı acıkan kedisinden
habersiz.

Monday, May 25, 2009

Amantes Sunt Amentes

Hapishanede duvarlarına sevdiği kadının fotoğraflarını yapıştıran Bertrand Cantat adında bir adamın not defterinden:

"Sevgilim, derler ki bütün ölü kızlar oyuncak bebeklere benzermiş. İki yana düşmüş çıplak beyaz kolları, kanı çekilmiş kaskatı elleriyle. Çürüyüp bir ağaca dönüşmenin en kestirme yolu, talaşla doldurulup bekletilmekmiş ne de olsa. Ne kadar ifadesiz olsa da kocaman gözleri; ruhlarının aynası değil, duvarlarıymış öldükten sonra onlar. Sadece bakmak, hiç ayrıcalık göstermeden, sadece bakmak için, alalade birine bakar gibi... İşte sevgilim, beni içinde bulunduğum deliliğe iten de bu oldu! Bir bez parçasından alınacak hazla eşdeğerdi, aralık dudaklarını öpmenin hazzı. Bu saatten sonra yeni hiçbir kelime için yer kalmamıştı onlarda. Bir nekrofilinin Marianne'si olabilirlerdi pek tabi, karşılık vermeseler de sevdiklerine. Ama yetmedi! Soğukluğu değil, ılıklığıydı istediğim bedeninin. Gözlerin bana heyecanla baksın istedim. Kapılara, pencerelere vurup hoyratça silkelemek, suya batırıp boğmaya çalışmak nafileydi! Hiçbir şey hissetmedin! Ve anladım ki, oyuncak bebekler sadece sevilmek için öldürülmüş kızlardı. Bakışlarından yalnızca kapıldıkları dehşet okunuyordu. Yaşarken yanlarına aldıkları son hatıraydı bakışları, alnından öpen bir adamın dudakları..."

Aşk şarkıları yazan bir adamı hayatta en sevdiği insanı döverek öldürmeye iten şey, onu sonsuza saklamak olabilir miydi?

Monday, May 18, 2009

Kurban/ Uyanış

"Gökler açılmakta ve büyük melek Cebrail borusunu üflemekte. Flamalı borudan yayılan yedi ana ton, yedi çizgi ile gösterilmiş. Bu emredici sert ses, insanları yeryüzünün sınırlarından kurtaran yaratıcı kelime. Boru uzun ve yorucu uğraşıların sonunun geldiğini ve yeniden uyanışın olacağını müjdelemekte. Flamanın üzerindeki haç, güçler dengesinin sembolü. Tabutlar ile başlayan ve sonra pek çok şekle bürünüp akan nehir ve havuzların sonunda varacağı kozmik zihin sıvısından oluşan denizde yüzmekte. Ana karnındaki sıvı içinden hayata gözlerini açmaktalar. Arka planda denizin ötesinde görülen karlı soğuk dağlar soyut düşüncenin tepeleri. Saati geldiğinde mezarda olan her insan onun sesini işitecek ve dirilerek doğrulacaktır. Bu; ruhun tesiri ile doğanın yeniden dirilişi, ölümdeki doğumun gizemidir. Madde tabutundan çıkan erkekler şuur üstünü, kadınlar şuur altını, çocuklar ise yenilenmiş kişiliği göstermekte. Ruh şimdi emir ile etten kemikten giysisini giyerek insanların arasına karışacaktır. Sır numarası olan yirminin ikisi hayat gücünün maddeye girişini ve çoğalmasını anlatmakta. Güç, bilgi sahibi olana aittir. Bilgiye sahip olan ise sorumluluk almış demektir... " Adalet kartı

Kendimden ne zaman vazgeçtiğimi hatırlamıyorum
ne zaman olmak istediğim kişi haline geldiğimi
tüm sorumluluklarımı bir ormanın en metruk köşesinde,
nemli bir toprağa gömdüğümü ve hiçbir işaret bırakmadığımı ardımda.
Sonra ayaklarımı sürüyerek ve can sıkıcı bir ses çıkararak ilerlediğimi...
Tuhaf!
Ne kadar da gerçek gelmişti yüzlerine bakıp güldüğüm bedenler.
Bir fiske vurduktan sonra anladım
devasa bir insan tarlasında olduğumu.
devrilince ardı sıra, kendi ellerimle diktiğim kadınlar ve erkekler.
Korkmadım!
Ellerim ve yüzüm çirkindi.
Korkaktım ama korkmadım.
Üstüme basmasınlar diye sevdim onları
beni okşasınlar diye
dillerini değdirsinler ıslak bedenime
tıpkı benim her bir taşa, her bir ağaca, her bir böceğe yaptığım gibi...
Yeteceğini sanmıştım.
değiştiğimde,
olacağını sanmıştım.
Her şey yeniden durgun bir suya bakmaya cesaret etmemle başladı.
Gözlerimi yumarak geçtiğim nehirde, beni duraklatan sudaki yansıman oldu.
Çok karanlık bir günün, Oneroid Psychosis'in şarkılarındaki gibi karanlık bir günün,
tam ortasında
gözlerimi açabilme cesaretini gösterdim.
-Hala gurur duyduğum bir şeydir bu kendimle-
ne diyordum?
Seni ilk o zaman gördüm.
Bana, benden daha kararlı bakıyordun.
Bende olan hiçbir şey yoktu sende
tadın, durgun bir su gibiydi
parlıyordun...
Söylemiş miydim?
Çok karanlık bir gündü.
hızla ayrılsam,
bu yanından kaçmak mı olurdu?
Kaçırmak mı seni suyun yüzeyinden?
Hızla ayrıldım...
Yağmurlardan sonra didik didik olmuş bir toprağın,
müdafasızlığı vardı üstümde.
İlk defa beni yakabilirler
ilk defa yanmaya açığım
ilk defa destansı değil sıradanım
coşkulu değil,
sıradanım
sırtımdaki ağırlığın
son derece farkındayım.
-boşuna-
Süründüm, sürtündüm
yosunlu kayaların en sert uçlarına,
zehirli otların en yakıcı yapraklarına,
bitki köklerinin, tıpkı bir kuyruk gibi sinsi ve ansızın,
en çelici kısımlarına
kurtulmak için hepsinden, her şeyden
senden de!
(kahkahalar)
-boşuna-
Kendimden ne zaman vazgeçtiğimi hatırlamıyorum
Ne zaman bir kabukla doğduğuma inandığımı
ve ne zaman bir bahaneyle vazgeçtiğimi bu ormandan ayrılmaktan.
Korkunun değişik yüzleriyle tanıştım.
güven, huzur, kaybeden dediler adına.
Madem çıkamıyorum bu kirli kefenden
güzelleştirmeliyim onu kendi kendime
güçlü, iyi dediler adına.
Hatırlamıyorum gerçekleri kurban ettiğim sözlerimi, günlerimi
ve beni yolumdan döndüren nicelerini
kabullenmişlik saydığım bahanelerimi...
Kendi ellerimle, son derece şık bir şekilde,
uzatmadan evvel insanlara paketimi
o nehirden binlerce kez geçtim
hiçbirinde
açmadım yeniden gözlerimi...

Hadi durmayın övün beni!
daha güçlü olmaya değerim
kulağa biraz korkutucu gelse de neticede ben, peridot yeşili bir semenderim...

Saturday, March 07, 2009

Bereket Duası

Ey Dionysos!

Yürüdükçe ayaklarımızın altından
tomurcuklar fışkırsın, o anda çiçeklere evrilen
bolluğu müjdelesin mevsimler
cüppesinin altında, Demeter'in tavus kuşu tüyünden
dans ederken serçeler...
Bağlarından, bahçelerinden ömrümüzün
en güzel nar şaraplarını sunsun Lykia
elimizdeki altından kupaları
şerefine kaldıralım bir yol;
sonsuz gençliğimizin, tutkulu hayallerimizin...
El versin bahar tanrıları
görüp de halimizi,
içtiğimizi,
çiçekli tarhlarından
geçtiğimizi
sebatın.

Besle, sarhoş et, eğlendir bizi
canlılık veren özdür bir damla hayat
dilimizin tam üstünde!

Thursday, February 05, 2009

Somnus/ Bir sürü kum tanesi...

"İnsanı sakinleştiren bu sesler, yoğun duygularıma bir ninni gibi geldi; başımı yastığa koyar koymaz üzerime bir uyku hali çöktü; uykunun gelip unutuşu kutsadığını hissettim." Mary Shelley- Frankenstein ya da Modern Prometheus

Uykumu getirir çoğu zaman
bir bardak bourbon
beyaz yatak örtüleri
-yeni yıkanmışsa tabi-
yüksek yastıklar ve
beni saran,
sıcak bir yorgan...
Yumuşak bir zemine değer
gibi olurum
yatağın serinliğine rağmen
uzatınca ayaklarımı,
uykunun kıyılarına...
Ve nefis bir şölene dönüşür gece,
başımda uyku perileri,
dillerinde neşeli ninnileri
göz kapaklarımın üstünde
bir sürü kum tanesi...
O uyku ki, kötü hatıraların müsebbihi
geçmişin dokunuşlarına karşı
huzurlu bir silgi,
unutturmak için
dünün nahoş izlerini.
Süzülürken kokusu hintsümbüllerinin
küçük zerreler halinde hücrelerimden içeri,
yavaş yavaş duymaz olurum
kısık sesle söylenen kelimeleri de artık
düşüncelerim alır başını gider
uykuya bırakırlar yerlerini,
loş odanın duvarlarında birikir
kum adamın varyetesi.

Yenilenir,
güne
kusursuz bir uykuyla
uyanan kişi...