Saturday, May 16, 2020

Pandemia

“Mutlu bir doğaya sahibim, insanları seviyorum, şüpheci değilim ve kendimle birlikte herkesi mutlu görmeyi arzuluyorum.” Anne Frank

Sevgili günlük;

Aslında bu yazıyı her şey ilk başladığında yani 11 Mart’ta yazmam gerekirdi. Hatta belki de daha öncesinde. Çünkü adına Corona Virüsü denilen bu cansız ama ölümcül şey, 2020’nin başlarında Wuhan’da acımasız eylemlerine başlamıştı bile. O zamanlar sadece dünyanın bir noktasında yine bir şeyler oluyor, deyip geçmiştik. İnsan yarasalardan ve nefes alan türlü hayvandan oluşan bir pazarı akşam yemeği için turlarsa olacağı budur. Fakat hesaba katmakta geciktiğimiz ve belli ki bunun bizi Soren Kierkegaard'ın da dediği gibi, dünyanın sonu gelirken kahkaha atan alaycılar yaptığı 2 nokta vardı: Çinliler dünyanın her yerine seyahat edebilen bir insan ırkıydı ve biz çocukken coğrafya derslerinin olmazsa olmaz anlatımı olan Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan bir yarım ada ülkesiydik. Tabii bir de böyle bir dönemde, zorunlu ibadet bile olmadığı halde, insanların Kabe’yi turlayacağının tutması vardı! Böylece 11 Mart’ta hayatının en parlak dönemini yaşayan Sağlık Bakanı’nın açıklaması eşliğinde, Türkiye’deki ilk Covid-19 vakası da açıklanmış oldu. Umrecilerin virüsle işbirliği içinde hareket etmesiyle bu rakamın katlanacağı ortadaydı. İşte bu yazıyı ta o zaman yazmam gerekirdi. Ama ben hayatımın kasvetli -huzur veren anlamda değil- o döneminde aklıma, bırak yazı yazmayı, hiçbir şeyi getiremez; her zaman yaptığım şeyleri bile dikkat ve keyifle sürdüremez olmuştum. Yaklaşık 1 ay sonra, “Anne Frank’ın Hatıra Defteri”ni okumamla birlikte içimi büyük bir özenme hissi kapladı. Eskiden beri en sevdiğim hislerden biridir, beni bir şey yapmaya teşvik eder. Yoksa hiçbir şey yapacağım yoktur çünkü. Keşke ben de en başından beri her şeyi gün gün yazsaydım dedim. Aradan 2 ay geçti. Çok mu geç kaldım? Bu satırları yazdığıma göre pek de öyle düşünmüyorum. Her şeyi günü gününe hatırlayacak mıyım? Yine söylüyorum, pek de öyle düşünmüyorum. Ama yazılan her şey bir hatıra olarak kalacak. Sanırım bunu istiyorum.

11 Mart’tan hemen sonra dünyadaki ortak önlemlerle paralel olarak, ilk kapananlardan biri o çok sevdiğim barlar, meyhaneler oldu. Bunun biraz can sıkıcı olduğunu hatırlıyorum. Okullar geçici olarak ve belirsiz bir tarihe kadar, ki bu laftan gerçekten hiç hoşlanmıyorum, kapatıldı. Uzaktan eğitime geçilecekti. Sonra aşama aşama kapamalar gelecekti. Ben bu karantina döneminin arifesinde apar topar Taksim’den Avcılar’a gittim. (Pandemi boyunca bunu birkaç kez yaptığımı göreceksin. Sen de tahmin edersin ki seferi bir savaşçı olmak bunu gerektiriyor.) O ilk zamanlarda her şey belirsiz, korkutucu, ağır ve griydi. Ellerini 20 saniye yıka, insanlardan 6 metre uzak dur, tedbiri elden bırakma... Görünmeyen ve henüz çok da iyi bilinmeyen bir düşmanla karşı karşıyaydık. Martın genelinde bu ilk savunmasızlığın etkisi büyük oldu. Televizyona ve sosyal medyaya hükmeden korku imparatorluğu kurulmuştu bile. 15 Mart ile birlikte kendi kendine karantina da başlamış oldu. Yani bilerek ve isteyerek evden çıkmama durumu. Açlık Oyunları misali her gün açıklanan vaka ve vefat sayıları eşliğinde dünya tarihinin sayılı dönemlerinden birini yaşadığımızı fark ediyorduk. Fark etmememiz imkansızdı zaten. Ve bu dönemin şüphesiz ki en güçten düşürücü yanı sokağa çıktığımız an sanki radyasyon varmışçasına hastalığa kapılacağımızı düşünmemizdi. (Sonradan öğrendiğimize göre; mikro damlacık denen bir durum varmış ve özellikle kapalı alanlarda radyasyon gibi insanın yüzüne yapışabiliyormuş ve bu yüzden de maske takmak zaruriymiş.) Biraz da dalga geçerek aldığımız önlemler de vardı, marketten alınan her şeyin su ve sabunla yıkanması gibi. Çerez ambalajlarını yıkamayı, o sırada dünyada yaşamayan birine anlatmanın hiçbir yolu yoktu. En tuhafı da acaba kuruntu mu yapıyorduk yoksa haklılık payımız var mıydı? Bir dakika en tuhafı bu değildi. En tuhafı kendimizi sürekli hasta hissetmemizdi. (Tıpta buna yalancı Corona yani Nosebo Etkisi deniliyormuş.) İşte martın geri kalanı havada asılı kalan bu soru işaretleri eşliğinde geçti. Ben o dönemde korku, virüsten daha hızlı yayılır, diyen Dan Brown misali korkuyu sezinlesem de sakindim. Bir kere bu evde kalma, yalnız kalma durumuna alışkındım. Sonra birçok şeyi düzenlemek için de bir hayli vaktim oldu. Uydurma meditasyonlarımın başında bir şeyleri düzenlemek gelir çünkü. (Ama hiçbir şey çöp atmanın verdiği hazzı yaşatamaz.) Sonra Tolga’yla yaptığımız online sohbetler vardı. O dönemde ayyuka çıkan korku dolu senaryolardan, her şeyin daha da kötüye gideceğine dair kehanetlerden, aslında salgının planlı olduğunu söyleyen komplo teorilerinden ve insan dünyaya egemen olduğunu düşündüğünde onu durdurabilecek tek tehlike virüstür anlayışından bu şekilde uzakta durmaya çalışıyordum. Evde ailem için endişelenmediğim zamanlara tabii. Bence martta çok da başarılı olamadım. Mart kişisel keşiflere, tüm ikiyüzlülüklerin ortaya çıkmasına, karanlığa ışık tutulmasına, normalin artık işlemediğine, başka bir şeylere gebe bir aydı. O zamanlar bu doğumu bir heyecanla değil de sıkıntıyla beklediğimi hatırlıyorum. Bir keresinde "beni her şey bitene kadar uyutur musunuz lütfen" demiştim.

Dünya bir değişime çoktandır ihtiyaç duyuyordu. Beni yanlış anlama. Dünya çaresiz ve biz insanlar kibirli olduğumuzdan değil. Dünya pekala kendi kendine yeter. Dramaya hiç gerek yok. Sadece insanlık sıkışmıştı. Hayvanlarla olan ilişkisi doğru gitmiyordu. Kapitalizmin anıtı olan ülkeler içeride ve dışarıda sömürüye devam ederek, ayakta kalabileceklerine asılsızca inanıyorlardı. Topraklarından edilen insanlar sınırlarda perişan, ağaçlarından edilen topraklar kuraklığın sınırlarındaydı. Birileri peygamber bekleyedursun, dünya freni patlamış araba misali yokuş aşağı doğru gidiyordu. Yokuşun aşağısında savaş vardı. Böyle bir durumda kimse Corona Virüsü’nün dünyayı kar yağmış gibi sessiz ve sakin bir gezegene dönüştüreceğini öngöremezdi. Kahinler bile! Her şey sessizliğe gömülürken ben zihnimdeki gürültüden şikayetçiydim. Taksim’e gitmek istiyordum, evden ayrılmaya çekiniyordum. Hemen kendimle ilgili bir bilgi vereyim: Karar vermekten oldum olası hoşlanmam. Ve ne hikmettir ki hayat beni her zaman ikilemde bırakmayı sevmiştir. Martın sonunda mini valizimle Taksim’e doğru yola çıktım. Şartlar kendiliğinden oluşmuştu yani. Korku eyleme dönüştüğünde daha az korkutucu olur. Burada ara verip, kitap maceralarıma değinmek istiyorum. Karantinada en büyük destekçimin kitaplar olduğu bir gerçek. Bu sadece gözlerle çıkılan macera, ilk olarak Albert Camus’nun Veba’sıyla başladı. Aslında Fas’a giderken aldığım, yolculuk sırasında okurum diye umduğum ama beni pek de sarmayan bir kitaptı. Şimdi sanki bu salgın dönemiyle bir bağlantısı olduğunu sezmişçesine yeniden elime almıştım ve kitap bana kendini açmıştı. Veba, Corona günlerimin ilk yoldaşı oldu. Her şey o kadar benzerdi ki kitap iyi biterse Corona da iyi bitecek diye düşünmeden edememiştim. Hatta kitap okumak için 1 gün boyunca sosyal medyadan uzak kaldım. Ya da tam tersi. Felaket tellallığına, bir de ekonomik sıkıntı ve sıradan sıkıntı eklenmişti çünkü. Ve işin trajikomik yanı herkes kendince haklıydı. Kitaplar en güvenli limandı. Veba iyi bitti. Sade ve hazmedilir bir mesaj verdi: Hayat, bu kadar işte! Taksim’de, hayatın bambaşka aktığı bir evde kendimi bulmam da bununla ilgiliydi. Hayat asidik neşesiyle duygusal zincirleri bir anda eritebiliyordu. Şimdi kendime ait bir evde daha mutlu olacağımı biliyorum. Bunun tohumları işte o bohem Taksim evinde atıldı.

Mart sonunda cennet simülasyonu bir evde buldum kendimi. Bir kere tamamen benim dekore ettiğim, çingene stili, Paris daireleri gibi hatta Guccivari ufak bir ev orası. Arka bahçesi var ki bu kendi içinde binlerce macera demek. Kuş sesleriyle uyanmak, kedilerin ziyaretleri, vegan ziyafetler... Sonra bir de onunlayken her şeyin daha kolay ve hatırda kalır olduğu Tolga var. Yani Taksim günleri kendini ana bırakacak ve sadece şimdide kalacak kadar güzeldi. Yoğun bir huzur posasından başka bir şey hatırlamazsın böyle durumlarda. 4 Nisan’da kozmik alemlerdeki ailemden koptum. Artık hayatıma müdahale edemeyeceklerdi. Nisan da böyle bir enerjiyle başlamış oldu. Birtakım rutinlerimiz vardı. Mesela cumaları rakı, her gün birimizin yemek yapması, arkadaşlarımızla uzaktan bağlanarak içmek, oyun oynamak gibi. Özellikle yemek yapmakta oldukça ustalaştım diyebilirim. (Mercimek yemeğim bir harika. Estetik sofra düzeni de kesinlikle benden sorulur.) Kitap okuma seanslarım oradayken çılgınca bir hal aldı. Neredeyse her gün bir kitap bitirmeye başladım. İşte bu kısa ve bu sürecin özütü olan günlüğü yazma fikri de o dönemde takıldı aklıma. (Fikirler genelde benim aklıma gelmezler, takılırlar.) Şunu da belirtmeliyim ki günlük tutmak hiç bana göre olmamıştır. Olayları tek bir yere kaydetmeyi sevmem. Tweet atarım, fotoğraf çekerim, check-in yaparım. Bir şekilde ufak tefek izler bırakırım yani. Evde keyif içinde 2, bazen de 3 kişi -3. kişi zırlak selamıyla okşanmak üzere eve dalan Katil Bey’di- yaşayıp eğlendik. Ölümler, iç karartıcı haberler, tatsız yorumlar sanki çok uzaklarda, benim ait olmadığım bir gezegende kalmıştı. Einstein’ın çoklu evrenler dediği bu muydu acaba? Taksim günleri Edgar Allan Poe’nun ismini hatırlamadığım bir hikayesindeki (Hani şu kaçak maymunun olduğu) iki arkadaşın gözlerden uzak yaşadığı bohem ev gibiydi. Karantina kültürümü tamamen değiştirdi. Bu sükuneti, hiçbir şey yapmak zorunda olmamayı, hiç kimseyle görüşmek zorunda olmamayı, herkesin eşit şartlarda olmasını, o şaşalı hayatlarından ya da bize göstermedikleri o sıkıcı hayatlarından uzaklaşmasını sevmeye başlamıştm. Bambaşka bir hayatım olabileceğine, bambaşka bir hayatı tercih edebileceğime beni inandırmaya başlamıştı. Ve aslında kısıtlanma anlamına gelmesi gereken bu vaziyet, aksine benim hayatıma bir bolluk getirmişti. Yiyecekler, içecekler daha lezzetliydi. Hatıralar daha canlıydı. İnsanlar daha yakındı. Umutlar daha tazeydi. Hayatımı, kaynağı ben olan, yaratıcılık yüklü bir enerji bulutu kaplamıştı. Geçmiş zaman takısı kullanarak yazdığıma bakma. O dönemin etkisi hala devam ediyor. Sadece artık mayıstayız. Nisan damakta güzel tatlar bırakarak geride kaldı. Nisan sonu gibi yine eve geldim. Bu sefer herkes biraz daha rahatlamış görünüyordu. Mart simsiyah pelerininin eteklerini sürüyerek giderken nisan, martın geçtiği yerlere çiçek ekmişti. Güneşle birlikte kalan karanlıklar da yerini ışığa bırakmaya karar verdi. Mayıs çiçekleri derledi.

Mayıs başında ilk defa normalleşme konuşulmaya başlandı. Benim için her şey normale yakındı zaten, biliyorsun. Ama bara gidip içmeyi, sokak sokak, ülke ülke gezmeyi özledim. Hatta asla özlemem dediğim şeyleri de özledim. Mesela kalabalığa karışmayı, mekanlardaki uğultuyu, bir yerde zar zor masa bulmayı... Sana Türkiye’nin salgına karşı aldığı önlemlerden pek bahsetmedim. Önce 65 yaş üstüne sokağa çıkma kısıtlaması getirildi. Sonra 20 yaş altına. Daha sonra herkes için hafta sonları zorunlu karantina uygulaması getirildi. Bu uygulama hala devam ediyor. Ama öncesine göre biraz da serbest bir şekilde. Şimdi dükkanların bazıları yeni yeni açılmaya başladı. Haziranda daha da normalleşeceğimizden bahsediliyor. Ben de Avcılar'daki eve geldiğimden beri kitap okumaya, film, dizi ve tiyatro oyunu izlemeye devam ettim. Bunlara bir de bu dönemde online ve ücretsiz erişime açılan müzeler eşlik etti. Sanırım en sevdiğim kısım da bu oldu. Çoğunu gezerken ıskalamıştım, iyi oldu. Aslında bu döneme özel her şeyi, fazla sürreal olduğu için sevdim. Gece camilerden gelen ilahiler hariç. Aşağıda sana okuduğum kitapları ve gezdiğim müzeleri sıralamak istiyorum. Hem tarihe not düşmek ve serbest çağrışımlar için de vesile olur.

11 Mart'tan beri okuduğum kitaplar:

Albert Camus - Veba

Feride Çiçekoğlu - Vesikalı Şehir

John Berger - Görme Biçimleri

Oscar Wilde - Sosyalizm ve İnsan Ruhu

Bertrand Russell - Mutlu Olma Sanatı

Erhan Altunay - İstanbul'un Pagan Çağı

Soren Kierkegaard - Hakikat Şaraptadır

Anne Frank'in Günlüğü

Stefan Zweig - Satranç

Bunlar da mayıs ayı içinde online olarak gezdiğim müzeler:

Masumiyet Müzesi

Frida Kahlo Müzesi

Dali Müzesi

Beylerbeyi Sarayı

Anne Frank'ın Evi

Uffizi Galerisi

Hatay Arkeoloji Müzesi

Sistine Şapeli

Van Gogh Müzesi

Bergama Müzesi

The Met

Şimdi neredeyse mayısın sonuna geldik. Bu hafta yine Taksim'deki eve gitme hazırlıkları yapıyorum. Yazının bu kısmı tıpkı şu an rehavete kapılan ve artık hayata dönmek isteyen insanların psikolojisi gibi biraz gevşek oldu, farkındayım. Umut bir süredir aramızda. O da Pandora'nın kutusundan sıkılmış anlaşılan. Şimdilik pozitif insanların sayısı azaldı. İnan bana, bu iyi bir anlamına geliyor. Bundan sonraki maceralarımı da biriktirip yazacağım herhalde, bilmiyorum. Ama bu ucube günlüğü, aralara yeni şeyler ekleyerek, tekrar tekrar okuyacağım kesin. O zamana kadar kendine dikkat et.

Günlüğe ek:

Maceralarımı biriktirip yazmak yerine Anne Frank gibi bir ek yazmaya karar verdim. Sevgili günlük, mayıs sonunda pılımı pırtımı toplayıp yine Taksim’deki eve gittim. Bu sefer giderken içim daha rahattı. Yasakların aşama aşama kalktığı, normal hayata yavaş yavaş adım atılan, güneşin tatlı tatlı yüzünü gösterdiği bir dönemdi çünkü. Taksici dahil herkesteki bariz rahatlama fark edilmeye başlamıştı. 1 Haziran’la birlikte normalleşme süreci resmi olarak başlayacaktı çünkü. Pek çok mekan yeniden açılacaktı. Haziranın ortasında 65 yaş üstü ve 20 yaş altına yasaklar kalkacaktı. 1 Temmuz’la beraber de geri kalan yerler açılacaktı. Ne yalan söyleyeyim, bu durum benim de hoşuma gidiyordu. (Bugün günlerden 18 Haziran ve bu durum hala hoşuma gidiyor.) Taksim’e gittiğim o hafta sonu bayramdı ve Türkiye genelinde sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Bu yasak “pandemia”nın son yasağı olarak da kayıtlara geçti. (18 Haziran itibariyle bu durum hala güncelliğini koruyor.) Ben de cuma rakısı, havaların ısınmasıyla beraber bahçe takılması heyecanlarıyla Taksim’deki eve geldim. Bir üçüncü heyecanım daha vardı: Evde beni bekleyen 2 yavru kedi vardı artık. İsimleri en sevdiğimiz yemeklerden mütevellit Sushi ve Taco olan 2 kedi. Hem onlarla tanışmanın hem de Tolga’yla yeniden bir araya gelmenin heyecanıyla salgın dönemindeki ikinci Taksim günleri başladı. Bu sefer de 4 kişinin ikamet ettiği ev ve de bahçe ortamımız epey şenlikliydi. Yepyeni işlerimiz ve gün aşırı temizlik gibi ek görevlerimiz olduğu için zamanımın çoğunu bunlar işgal etti. Mşegul etmekten biraz fazlasıydı çünkü. Çok fazla kitap okuyamadım, itiraf ediyorum. Füruğ Ferruhzad’ın Yaralarım Aşktandır’ını, Selçuk Eracun’un Bir Pera Masalı’nı okudum. Büyük plaj şemsiyesinin altında mahremiyetimizi koruyarak rakı içmenin keyfini yaşadım. İki küçük fantastik canavarla vakit geçirdim. Bir de kuyunun tanrısını kızdırdığımız -ki bu kadar suyun ancak her şeyin tanrısı ve tanrıçası olduğuna inanan Korece bir açıklaması olabilir- için mutfak ve banyodan taşan sularla uğraştım. Maceralarım kesinlikle bu kadar kıt değil. 2 Haziran’da, yeni normalde, ortalığı kolaçan etmek için İstiklal Caddesi’ni turladık. Sevdiğimiz ve halihazırda açık olan mekanları gezdik. Bir Pera Masalı’nın izinde, Beyoğlu’nda Pera’ya dair detayları fark etmeye çalıştım. Burak’ta vegan yemek ve Türkçe saykodelik rock gecesi yaptık. Bir başka akşam da birkaç arkadaşımızı eve çağırdık. Birlikte sosyal mesafesizliğin ve bahçenin tadını çıkardık. En son minyatür bir bara çevirdiğimiz arka bahçemizin resmi açılışını yaptık. Sadece Tolga ve ben. Hep unutuyorum, bir de Sushi ve Taco. Biralarımızı bize zincir vuramayan çılgınlara karşı içtik. Artık her şey biraz daha paniksiz olduğu için yaklaşık bir hafta önce eve geldim. Annemle babam da her zamankinden daha iyi görünüyordu. Artık bahçeye daha sık gelip gidiyorlar hatta orada kalıyorlar. Tabii ki ben yine Taksim'e gideceğim. Çünkü benim de normalim bu: Başka birinin sevgisine ihtiyaç duyacak kadar bağlı olmak, kendiyle yalnız kalmak isteyecek kadar özgür olmak.

Sushi’nin koltuğun kenarından bana bakışını, kucağımda uyuklayışını, mutfakta dikilişini; Taco’nun pofudukluğunu, şirinliğini; bu ikisinin sabah uyanınca beni karşılayışlarını, uykuları gelince üstüme yatışlarını ne kadar özledim bilemezsin günlük.

İnsan kesinlikle değişir. Tecrübeler, fark edişler, sorumluluklar, diğer insanların değişimi hatta atmosferin değişmesi, havanın değişmesi bile değiştirir insanı. İşte bu yüzden net ve sınırları keskin çıkarımlar yapamıyorum. Bu süreci anlatmak, onu yorumlamaktan daha dingin. Şimdi yeniden mart ayına döner miyiz acaba diye endişeler var. Önlemsizlik ve bilimsizliğin bizi o hastalık haline geri döndüreceğine inananlar var. Bunu destekleyen, kara senaryoları olan bilim insanları da var. Ama ben bu kadar karamsar hissetmiyorum. Buna sebep belki de Erhan Altunay’ın da dediği şeye inanmamdır: "Salgınlar hep vardı, olacaktır. Sizi korkutmaya çalışıyorlar. Kötüye gideceğine dair haberlerden korkmayın, tedbir almamaktan korkun." Bense acıyla bolluğun bir arada olacağına inanmıyorum. 2. dalganın geleceğini, her yerin yeniden kapanacağını, hayatın yeniden duracağını, korkunun baskın olacağını düşünmüyorum. Kim bilir belki de buna sebep değişen havadır.

Hoşça kal günlük...