Saturday, August 10, 2013

Aokigahara

"Buraya yazmaya geldim"
diye yazmışım
otelden aldığım kağıda.
Gündüzün sarsak saatlerinde
bir şişe kan şarabıyla.
Olabilir miyim Lord Byron gibi?
Orta Çağ şatosundan bozma
otantik bir kasırda.
Huzur sevmediğimi keşfettim.
Yalnızlık da sevmiyorum.
Çocuklar havalı şeyleri sever.
Büyü-
mek gibi.

Ormana giden patikadan
ulumalar yükseliyor
dinlenme salonu sakin ve kırmızı.
Bulduğum bütün kitapları okuyorum.
Kubla Khan'la buluşma,
Hattuşaş aslanı ve Çatalhöyük leopar.
Okumaya gece de devam ediyorum.
Gece de devam ediyor beni okumaya.
Gece ve ben iyi anlaşıyoruz.
Saçımdaki çam yapraklarını temizlerken
bir garson yanaşıyor:
Bu akşam yemekte dondurma var hanımefendi.
Sevinemiyorum.
Oysa ben,
daha acı şeyler hayal etmiştim
ahşap tavanlara,
Osmanlı gravürlerine,
Kaz Dağları'na bakarak.
Gece sabaha kavuştuğunda
trans halinden çıktığımda
isli kelimeler yazıyor kağıtta:

"Etrafı dağlarla çevrili Orta Çağ şatosundan bozma bir yerde, öğle saatlerini dinlenme odasındaki kanepede uyuz uyuz kitap okuyarak geçiriyordum ki, salonun ortasında bağıra bağıra şiir okumaya başladım. Çünkü huzur bende gıcık yapıyor. Belki kaz ruhları beni duyar gelir de enerjisini sevmediklerimi memnuniyetle avlarız. Üstümüzdeki iç sıkıcı elektriği yıkıp yerine aşk yaparız."

Yanında da bir kup dondurma...

Zen bahçesinde Lilith,
dağa bakan jakuzi
domates kurusu
padişah sedir
taş havuz
malt tadında rüzgar
ahşap oymalı balkon
titrek gaz lambası
çini şömine
kapının altından sızan ışık
yanık kokusu...

Manici Kasrı'nda geceleri manicinin ruhu dolaşıyormuş. Kimseyi rahatsız etmeden...