Tuesday, July 28, 2015

I saw the future crystal clear

Birkaç gün ortalıktan kaybolmalıyım...

Bal şarabı doldurdu kan taşı kadehine.
Tanıdığı hiç kimse onun kadar güzel şarap yapamazdı.
Siyah sigarasından yoğun bir duman çekti.
Sonra da bileklerindeki parfüm kokusunu.
Sürme parfümlerin cazibesini severdi.
Bileklerini kesmekten daha iyi diye düşündü.
Işığın kolay kolay uğramadığı bir yerde,
kaçak bir ışık huzmesi
porselen fincanların üstünde zıplayarak
mor, mavi, sarı renklere dönüştü.
Duvardaki rüzgar ve güneş sembollerini yaladı
ve sofadaki en rahat koltuğa oturdu.
Koltuğun kadifesi oyunbaz ışığı hapsetti.
Işığın sekseğini izlerken fark etmişti
karanlığı ışıktan daha çok sevdiğini.

Kendisine Londra'nın düzlüklerinde,
bu küflü evi almakla ne kadar da iyi etmişti.
Penceresinden ormanı görebiliyor,
gece evinden çıkıp yürümeye kalksa,
türlü maceralar onu bekliyordu.
Gün ışığının ağıdına,
ay ışığının ulumasına,
tanık oluyordu.
Demirbaş ziyaretçileri; böcekler, kirpiler, dağ tavşanlarıydı.
Karanlığın en zayıf varlıkları ise
izin almadan
eşiğinden dahi geçemezdi.
Tabi saymazsak,
elinden kaçırdığı cinleri.
Şöminedeki tencerenin sesiyle irkildi.
Asla hibiscus yetiştiremeyecekti.
Ama çok iyi kaz ciğeri pişirirdi.
En iyi dostları,
gözlerine aynalar taktığı,
oyuncak bebekleriydi.
Yatak odasının duvarlarını oyuncak bebeklerle süslemişti.
Kendisine bakan milyonlarca göz,
milyonlarca gözde tek bir kişi...
Ve kitapları.
Okumaktan asla bıkmadığı Percy Shelley.
Eline dahi almadığı ölüler kitabı.
Bir de ara sıra uğrayan,
hiç gitmediği yerlerden bahseden,
Yemenli dostu vardı.
Bu sefer geldiğinde Yemen kahvesi de getirecekti.
Kim bilir hangi mihracenin kırdığı cevizleri anlatacaktı.
Bütün gece nargile tüttürüp, uzun düşüncelere dalacaklardı.
Buhar olup aramızda dolaşan varlıklar gibi.
Yok olmanın,
hem çok çekici hem de çok tehlikeli bir hali vardı.

Birkaç gün önce Londra'daki evinde,
aynanın karşısında saçlarını tararken,
kendi kendini telkin etmişti.
Şeytanın bile bulamayacağı bir yere gitmeliydi.