Thursday, December 24, 2020

Wednesday, December 23, 2020

Wednesday, December 16, 2020

Adamantin

Tatlı bir çan sesi
içinde yüksük otu var belli
küçük halkları çağırmak için.
Beni göremezler zaten
şeytan fırçası takılı saçımda.
Ağzımda böğürtlenler var.
Onları görmek için 
kilitli sandıkları aç,
altın bir bıçakla kes
yapraklarını ve 
gözünü budaktan sakınma. 
Unutma, perilerin lisanı bu.
Cennetteki şeytanın gözü.
Kalbin feng shui’si.
Suların çağladığı yerde
hiçbir mum yanmamalı. 

Aeterna

Seidr büyüsü yapan Völva,
teatral bir cadıyım ben.
Olmakta olanın içinde,
zamansız bir biçimde var olan.
Merlin'im ben
bir hodan çiçeği.
İyiye bakan, zor kısmı gören, zorluklara şefkat duyan
meleksel bir perspektiften.
Kararsızlıklarımı ay suyuyla yıkarım.
Bu yüzden düzensizdir esbatlarım. 
Çocuksu,
çatlak,
hayalbaz,
işveli,
ciddi.
İşte benim pentaklım.
Kendi kuyruğunu ısıran yılanım.
Bir anında huzur arayan
diğer anında şikayetçi, özgürlük isteyen.
Uçarı ve tutarsız bir karakter.
Buda’nın kadınsı bilgelik gözleri 
hep açık olan.
Başımda biberiyeden bir çelenk.
Ona derin bir nefes:
hayatın girift esrikliğine,
uğursuz güzelliğine,
ametist enerjiye,
düşünmemeye.
Anılar sadece fevkalade muazzam sigiller
korkuyla lanetleyen.
Anılarımı adaçayı tütsüsüyle arındırırım.
Düşüncelerimi yastık altında kendime uyumlarım.
Gayet gerçek fantezilerin 
zamansız deneyimlerinin güzelliği ile
semersiz yaşarım.
İşte benim serafinim.
Ben yine bir aşk kadar gencim
ve bir goblin kadar kadim. 

"Zihin; aslında her şey eski anıların duyularına dayalı olduğu halde, insanlar bunun mantık olduğunu düşündüklerinde, mantıklı yaşadıklarında ve bunun zekilik ve mantıklılık olduğunu iddia ettiklerinde çıldırır. Bana göre bu üzücüdür. Sıkıcıdır." Adamus Saint-Germain 

Sunday, December 13, 2020

Münzevi Cadı

Hayat mahzen mezar
bir durağanlık içinde
gizli hazineler barındıran.
Sere serpe uzanmış bir cariyenin
esrikliği var üzerimde
yağmurlu günlerin bir başınalığında.
Sözler değişiyor,
değişiyor anlamı dokunuşların.
Zaman, hayatta kalmaya çalışıyor
tüm bu hematit matrikste. 
Bazen bir kitap oluyor 
gözeneklerini dolduran uzamın.
O zaman her şey daha eflatuni.
Bir kitap bütün gün oyalamaya yetiyor beni.
Cennet yıkılsa bile
adil olmalı hayat.
Yanlış giden bir çakranın laneti
-belki de romantik bir lanettir bu-
soluyor içimde:
Sitrin, sitrin, sitrin...
Bazen duruyor hayat.
çekilmez bir biçimde. 
İşte tam da o zamanlarda 
oksijenim sinemasal diyarlar oluyor 
o tamahkar an içinde
rüyalarda da devam eden
gerçek gibi gelen
yolculuğu başlıyor benin. 
Belki de ben hiç gelmedim bu dünyaya.
Belki de çıkıp giderim.
Zamanı geriye sarabilir miyim?
Peki, bunu istiyor muyum? 
Her şeyin gerçek olduğuna 
inandırmak üzereyken kendimi
vazgeçiyorum mürden.
Bir ilham perisine dönüşüyor edebi hayat.
Kalemin ucundan damlayan ejderha kanına da bak.
Mütehassıs dumanları içime çekiyorum,
Roma ruhunda sofralarda demleniyorum,
cildimi maskelerle iyileştiriyorum 
commedia dell'arte palyaçosu gibi.
Dorian Gray'in saf enerjisi bu
renginden tanıyorum. 
Faili meçhul turuncu. 
Kendine bir amaç bulmaya çalışan
amaçsızlık okyanusunda zevke dalan
geçmişsiz,
geçimsiz,
niyetsiz,
kimsesiz.
Siz, sizi, sızı...
Böyle hayalet sesler,
duyuluyor zaman boşluğundan.
Ah keşke bir çocuk olsam...
Hayat dev bir hag oluyor
ortasındaki delikten
cadılar görünen. 
Kederi boğuyor tentürü şimdinin.
İşte o zamanlarda
içimde bir kalp
-benimki olmayabilir de-
çok enteresan tınlıyor tavında:
Şa-ka-yık!
Şa-ka-yık!
Şa-ka-yık!

Monday, November 30, 2020

Monday, October 19, 2020

Beast it!

Delir delirebildiğin kadar,
çıldır!
Sadece kendin olduğunda
sana aşık oluruz.
İçindeki sabotajcıyı sustur
ve kendin ol.
Ortaya çıkar 
o renkli canavarı.
Rawrrrrr!

Friday, September 25, 2020

Kargaburun

Tin beni adımla çağırdı
ruhun en karanlık gecesinde. 
Müjde, kristal küremin yansımasında.
Vecd hali mi? Yakında... 
Mor kadife bir düş,
çiçeklerle bezeli vitraylar,
dantelli beyaz gömlek,
çay fincanları, beyaz şarap ve kek.
Alevli kalbimin içinde
vahşi olanın çağrısı.
Hayat/ ölüm/ hayat çünkü
Dorian Gray'in zevküsefası. 
Kaç haz uğruna kopuldu hayalden?
Ve hayata dönüldü yer altından?
Ölümden ve kandan.
Adeta afyon patlaması! 

Kemikler ismimi fısıldadı
yarı siyah yarı altuni bir peçeden
ruhumun dans hali bu kendine dönen. 
En dipte hazineler,
duvarda alacalı huzmeler,
neşe bazlı sukulentler,
ve muzlu dondurma.
Kazılacak şeyler var kaşıkla.
Tatları tadabilmek,
planları planlamaktan değerli çünkü.
Kurt Ana'nın olgunluk çağı! 

Inanna bana seslendi
kırmızının keşfine çağırdı beni
mistik yaralarımı kanatmaya,
yeniden ben olmaya.
Uluyarak ormana doğru koşuyorum.
Benliğimi doğuruyorum
bir kez daha... 

Dipteki Hazine

Coşku!
Dünyanın sonu gelmek üzereymiş gibi,
yeniden kanatlanacakmış gibi,
her şeyden muaf,
her şeyden uzak.
Bir kordonla bağlı hayata
oysa fırtınalar kopuyor yerin altında.
Vahşi bir çığlık bu,
mistik bir kendinegeldi. 
Bir coşku
her şeyi kurtaracak,
benliği yeniden doğuracak.

Thursday, September 03, 2020

Mylassos

Denizdeyken zamanın durmasını,
tuzlu suyun beni kaldırmasını,
dağların arasında yüzmeyi, 
denizde yüzen balıkları izlemeyi,
denizde yoga yapmayı seviyorum.
İrademi seviyorum.

Akşam üstünün renklerini seviyorum.
Denizde bıraktığı izleri,
dışarıdan gelen eğlenceli sesleri,
yazın yüzlerini,
rakının kokusunu,
burnumun parlamasını seviyorum.

En çok gözlerimle gördüğüm manzarayı seviyorum.
Hiçbir kamera öyle göstermiyor.
Gözlerimin gördüğü renkleri, 
kucağımın heyecanlarla dolu olmasını
-belki onlar deniz suyudur ya da sıvı hava- 
an'da kalmaya çalışmayı,
yalnız yüzmeyi, 
yüzerken kıyıyı izlemeyi,
bütün bedenimin hareketlerini duygusal olarak hissetmeyi
seviyorum.

Gece yüzmeyi,
ay ışığında yıkanmayı,
suyun mürekkep,
suyun kurşuni rengini, 
su üstünde çıkan kabarcıkları,
suyun altında hareket ettikçe oluşan stop motion hissi
seviyorum. 

Suda yalnız olmayı,
kendi kendime konuşmayı, 
kahkahalar atmayı, 
denize dokunmayı, 
turkuaz rengin filtresinden bakmayı seviyorum.

Saturday, August 15, 2020

Desmodus Draculae

Müzlerin şarkısı
çırılçıplak dişi ilke
içine karıştığım.
Tinselliğin bakire keşfi.
Bir Afrodit mitolojisi.
Başınızı aslanının ağzına soktuğunuz zaman
doğanın şarkısını duyarsınız... 
Uyanır tanrıça 
egonun ölümüyle içinden
sınırsız aşkın.
Evreni,
benimi, 
tüyünü
kabul ediyorum.
Ma'at-ma...

Friday, August 14, 2020

Demonisi

Gümüş misali parlayan denizin çağrısı
iz bırakan güneşin kubbesinde
korkutucu ve büyüleyici gizem.
Tatil, sonu gelmeyen bir eğlence 
cinlerin adasında. 
Dinlenmek mi? Asla!
Teni gıdıklayan güvercin kanadı rüzgar
en doğrusunu bilir. 
Saten hisli deniz,
mimozaların kokusu,
Art Nouveau evler...
bunlardı aklımda kalanlar
Nut'un kanatları altında.
İsa'nın tepesine çıkar
kırmızı bir ip 
dizleri üstünde.
Tam orada kanatlarımı açıp
kucaklaşırım onunla.
Her şey bir ve bütün.
Yazın telaşsız tembelliği,
her şey makbul.
Sadece tanrılar çabalar,
zevkine düşkünlerdir
zamansız yaşayanlar.
Benim kanım, benim bedenim, benim maceram.
Kadehlerce rakı
tanrıçalara ikram edilmeli
martıların koruduğu
sahil sunaklarında.
Ve sohbetler, dilekler gönderilmeli
ormanlardaki tahtlarına. 
Boynumu okşayan esinti,
beyaz evlerden süzülen hayaletler mi?
Yıldızlarla bezeli Agopyan Köşkü,
yeni gotik Mizzi Köşkü
camekanından yaz geceleri 
teleskopla yıldızların seyredildiği,
bir periler rasathanesi.
Manzara kulesinden dört taraf deniz
Stefanidis Köşkü'nün.
Ve Sabuncakis Köşkü
gözlü ev, arılı ev, masonik de la maison.
Üçgen içinde göz,
kutsal üçlülerin isimleri.
Bu ahşap mit hiç bitmemeli. 
Bir Rum kadınıyım ben,
prenslerin sürgün yerinde
büyük şapkam ve siyah elbisemle.
Hafiflere has sarhoşluk var üstümde.
Yetimhanenin yelinde,
parkında, burnunda,
cambazların heyulasında.
Bir sihir var Prinkipos'ta.

‪Mysterium tremendum et fascinans

Yeniden doğmak için
tüm korkularından arınmış olarak,
kendini öldürmelisin
var oluşsal ritinde.
Yeniden erginlendiğinde
dişi, büyü olacak
bu hayatın ritminde.

İbadet etmek için
dine ihtiyacın yok,
tüm bengiliğin ile doğaya dönmelisin
Tiamat'ın tininde. 
Tanrıça geri geldiğinde
insanlar yeniden çocuk olacak
bir mitin izinde.

Thursday, July 23, 2020

Saturday, May 16, 2020

Pandemia

“Mutlu bir doğaya sahibim, insanları seviyorum, şüpheci değilim ve kendimle birlikte herkesi mutlu görmeyi arzuluyorum.” Anne Frank

Sevgili günlük;

Aslında bu yazıyı her şey ilk başladığında yani 11 Mart’ta yazmam gerekirdi. Hatta belki de daha öncesinde. Çünkü adına Corona Virüsü denilen bu cansız ama ölümcül şey, 2020’nin başlarında Wuhan’da acımasız eylemlerine başlamıştı bile. O zamanlar sadece dünyanın bir noktasında yine bir şeyler oluyor, deyip geçmiştik. İnsan yarasalardan ve nefes alan türlü hayvandan oluşan bir pazarı akşam yemeği için turlarsa olacağı budur. Fakat hesaba katmakta geciktiğimiz ve belli ki bunun bizi Soren Kierkegaard'ın da dediği gibi, dünyanın sonu gelirken kahkaha atan alaycılar yaptığı 2 nokta vardı: Çinliler dünyanın her yerine seyahat edebilen bir insan ırkıydı ve biz çocukken coğrafya derslerinin olmazsa olmaz anlatımı olan Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan bir yarım ada ülkesiydik. Tabii bir de böyle bir dönemde, zorunlu ibadet bile olmadığı halde, insanların Kabe’yi turlayacağının tutması vardı! Böylece 11 Mart’ta hayatının en parlak dönemini yaşayan Sağlık Bakanı’nın açıklaması eşliğinde, Türkiye’deki ilk Covid-19 vakası da açıklanmış oldu. Umrecilerin virüsle işbirliği içinde hareket etmesiyle bu rakamın katlanacağı ortadaydı. İşte bu yazıyı ta o zaman yazmam gerekirdi. Ama ben hayatımın kasvetli -huzur veren anlamda değil- o döneminde aklıma, bırak yazı yazmayı, hiçbir şeyi getiremez; her zaman yaptığım şeyleri bile dikkat ve keyifle sürdüremez olmuştum. Yaklaşık 1 ay sonra, “Anne Frank’ın Hatıra Defteri”ni okumamla birlikte içimi büyük bir özenme hissi kapladı. Eskiden beri en sevdiğim hislerden biridir, beni bir şey yapmaya teşvik eder. Yoksa hiçbir şey yapacağım yoktur çünkü. Keşke ben de en başından beri her şeyi gün gün yazsaydım dedim. Aradan 2 ay geçti. Çok mu geç kaldım? Bu satırları yazdığıma göre pek de öyle düşünmüyorum. Her şeyi günü gününe hatırlayacak mıyım? Yine söylüyorum, pek de öyle düşünmüyorum. Ama yazılan her şey bir hatıra olarak kalacak. Sanırım bunu istiyorum.

11 Mart’tan hemen sonra dünyadaki ortak önlemlerle paralel olarak, ilk kapananlardan biri o çok sevdiğim barlar, meyhaneler oldu. Bunun biraz can sıkıcı olduğunu hatırlıyorum. Okullar geçici olarak ve belirsiz bir tarihe kadar, ki bu laftan gerçekten hiç hoşlanmıyorum, kapatıldı. Uzaktan eğitime geçilecekti. Sonra aşama aşama kapamalar gelecekti. Ben bu karantina döneminin arifesinde apar topar Taksim’den Avcılar’a gittim. (Pandemi boyunca bunu birkaç kez yaptığımı göreceksin. Sen de tahmin edersin ki seferi bir savaşçı olmak bunu gerektiriyor.) O ilk zamanlarda her şey belirsiz, korkutucu, ağır ve griydi. Ellerini 20 saniye yıka, insanlardan 6 metre uzak dur, tedbiri elden bırakma... Görünmeyen ve henüz çok da iyi bilinmeyen bir düşmanla karşı karşıyaydık. Martın genelinde bu ilk savunmasızlığın etkisi büyük oldu. Televizyona ve sosyal medyaya hükmeden korku imparatorluğu kurulmuştu bile. 15 Mart ile birlikte kendi kendine karantina da başlamış oldu. Yani bilerek ve isteyerek evden çıkmama durumu. Açlık Oyunları misali her gün açıklanan vaka ve vefat sayıları eşliğinde dünya tarihinin sayılı dönemlerinden birini yaşadığımızı fark ediyorduk. Fark etmememiz imkansızdı zaten. Ve bu dönemin şüphesiz ki en güçten düşürücü yanı sokağa çıktığımız an sanki radyasyon varmışçasına hastalığa kapılacağımızı düşünmemizdi. (Sonradan öğrendiğimize göre; mikro damlacık denen bir durum varmış ve özellikle kapalı alanlarda radyasyon gibi insanın yüzüne yapışabiliyormuş ve bu yüzden de maske takmak zaruriymiş.) Biraz da dalga geçerek aldığımız önlemler de vardı, marketten alınan her şeyin su ve sabunla yıkanması gibi. Çerez ambalajlarını yıkamayı, o sırada dünyada yaşamayan birine anlatmanın hiçbir yolu yoktu. En tuhafı da acaba kuruntu mu yapıyorduk yoksa haklılık payımız var mıydı? Bir dakika en tuhafı bu değildi. En tuhafı kendimizi sürekli hasta hissetmemizdi. (Tıpta buna yalancı Corona yani Nosebo Etkisi deniliyormuş.) İşte martın geri kalanı havada asılı kalan bu soru işaretleri eşliğinde geçti. Ben o dönemde korku, virüsten daha hızlı yayılır, diyen Dan Brown misali korkuyu sezinlesem de sakindim. Bir kere bu evde kalma, yalnız kalma durumuna alışkındım. Sonra birçok şeyi düzenlemek için de bir hayli vaktim oldu. Uydurma meditasyonlarımın başında bir şeyleri düzenlemek gelir çünkü. (Ama hiçbir şey çöp atmanın verdiği hazzı yaşatamaz.) Sonra Tolga’yla yaptığımız online sohbetler vardı. O dönemde ayyuka çıkan korku dolu senaryolardan, her şeyin daha da kötüye gideceğine dair kehanetlerden, aslında salgının planlı olduğunu söyleyen komplo teorilerinden ve insan dünyaya egemen olduğunu düşündüğünde onu durdurabilecek tek tehlike virüstür anlayışından bu şekilde uzakta durmaya çalışıyordum. Evde ailem için endişelenmediğim zamanlara tabii. Bence martta çok da başarılı olamadım. Mart kişisel keşiflere, tüm ikiyüzlülüklerin ortaya çıkmasına, karanlığa ışık tutulmasına, normalin artık işlemediğine, başka bir şeylere gebe bir aydı. O zamanlar bu doğumu bir heyecanla değil de sıkıntıyla beklediğimi hatırlıyorum. Bir keresinde "beni her şey bitene kadar uyutur musunuz lütfen" demiştim.

Dünya bir değişime çoktandır ihtiyaç duyuyordu. Beni yanlış anlama. Dünya çaresiz ve biz insanlar kibirli olduğumuzdan değil. Dünya pekala kendi kendine yeter. Dramaya hiç gerek yok. Sadece insanlık sıkışmıştı. Hayvanlarla olan ilişkisi doğru gitmiyordu. Kapitalizmin anıtı olan ülkeler içeride ve dışarıda sömürüye devam ederek, ayakta kalabileceklerine asılsızca inanıyorlardı. Topraklarından edilen insanlar sınırlarda perişan, ağaçlarından edilen topraklar kuraklığın sınırlarındaydı. Birileri peygamber bekleyedursun, dünya freni patlamış araba misali yokuş aşağı doğru gidiyordu. Yokuşun aşağısında savaş vardı. Böyle bir durumda kimse Corona Virüsü’nün dünyayı kar yağmış gibi sessiz ve sakin bir gezegene dönüştüreceğini öngöremezdi. Kahinler bile! Her şey sessizliğe gömülürken ben zihnimdeki gürültüden şikayetçiydim. Taksim’e gitmek istiyordum, evden ayrılmaya çekiniyordum. Hemen kendimle ilgili bir bilgi vereyim: Karar vermekten oldum olası hoşlanmam. Ve ne hikmettir ki hayat beni her zaman ikilemde bırakmayı sevmiştir. Martın sonunda mini valizimle Taksim’e doğru yola çıktım. Şartlar kendiliğinden oluşmuştu yani. Korku eyleme dönüştüğünde daha az korkutucu olur. Burada ara verip, kitap maceralarıma değinmek istiyorum. Karantinada en büyük destekçimin kitaplar olduğu bir gerçek. Bu sadece gözlerle çıkılan macera, ilk olarak Albert Camus’nun Veba’sıyla başladı. Aslında Fas’a giderken aldığım, yolculuk sırasında okurum diye umduğum ama beni pek de sarmayan bir kitaptı. Şimdi sanki bu salgın dönemiyle bir bağlantısı olduğunu sezmişçesine yeniden elime almıştım ve kitap bana kendini açmıştı. Veba, Corona günlerimin ilk yoldaşı oldu. Her şey o kadar benzerdi ki kitap iyi biterse Corona da iyi bitecek diye düşünmeden edememiştim. Hatta kitap okumak için 1 gün boyunca sosyal medyadan uzak kaldım. Ya da tam tersi. Felaket tellallığına, bir de ekonomik sıkıntı ve sıradan sıkıntı eklenmişti çünkü. Ve işin trajikomik yanı herkes kendince haklıydı. Kitaplar en güvenli limandı. Veba iyi bitti. Sade ve hazmedilir bir mesaj verdi: Hayat, bu kadar işte! Taksim’de, hayatın bambaşka aktığı bir evde kendimi bulmam da bununla ilgiliydi. Hayat asidik neşesiyle duygusal zincirleri bir anda eritebiliyordu. Şimdi kendime ait bir evde daha mutlu olacağımı biliyorum. Bunun tohumları işte o bohem Taksim evinde atıldı.

Mart sonunda cennet simülasyonu bir evde buldum kendimi. Bir kere tamamen benim dekore ettiğim, çingene stili, Paris daireleri gibi hatta Guccivari ufak bir ev orası. Arka bahçesi var ki bu kendi içinde binlerce macera demek. Kuş sesleriyle uyanmak, kedilerin ziyaretleri, vegan ziyafetler... Sonra bir de onunlayken her şeyin daha kolay ve hatırda kalır olduğu Tolga var. Yani Taksim günleri kendini ana bırakacak ve sadece şimdide kalacak kadar güzeldi. Yoğun bir huzur posasından başka bir şey hatırlamazsın böyle durumlarda. 4 Nisan’da kozmik alemlerdeki ailemden koptum. Artık hayatıma müdahale edemeyeceklerdi. Nisan da böyle bir enerjiyle başlamış oldu. Birtakım rutinlerimiz vardı. Mesela cumaları rakı, her gün birimizin yemek yapması, arkadaşlarımızla uzaktan bağlanarak içmek, oyun oynamak gibi. Özellikle yemek yapmakta oldukça ustalaştım diyebilirim. (Mercimek yemeğim bir harika. Estetik sofra düzeni de kesinlikle benden sorulur.) Kitap okuma seanslarım oradayken çılgınca bir hal aldı. Neredeyse her gün bir kitap bitirmeye başladım. İşte bu kısa ve bu sürecin özütü olan günlüğü yazma fikri de o dönemde takıldı aklıma. (Fikirler genelde benim aklıma gelmezler, takılırlar.) Şunu da belirtmeliyim ki günlük tutmak hiç bana göre olmamıştır. Olayları tek bir yere kaydetmeyi sevmem. Tweet atarım, fotoğraf çekerim, check-in yaparım. Bir şekilde ufak tefek izler bırakırım yani. Evde keyif içinde 2, bazen de 3 kişi -3. kişi zırlak selamıyla okşanmak üzere eve dalan Katil Bey’di- yaşayıp eğlendik. Ölümler, iç karartıcı haberler, tatsız yorumlar sanki çok uzaklarda, benim ait olmadığım bir gezegende kalmıştı. Einstein’ın çoklu evrenler dediği bu muydu acaba? Taksim günleri Edgar Allan Poe’nun ismini hatırlamadığım bir hikayesindeki (Hani şu kaçak maymunun olduğu) iki arkadaşın gözlerden uzak yaşadığı bohem ev gibiydi. Karantina kültürümü tamamen değiştirdi. Bu sükuneti, hiçbir şey yapmak zorunda olmamayı, hiç kimseyle görüşmek zorunda olmamayı, herkesin eşit şartlarda olmasını, o şaşalı hayatlarından ya da bize göstermedikleri o sıkıcı hayatlarından uzaklaşmasını sevmeye başlamıştm. Bambaşka bir hayatım olabileceğine, bambaşka bir hayatı tercih edebileceğime beni inandırmaya başlamıştı. Ve aslında kısıtlanma anlamına gelmesi gereken bu vaziyet, aksine benim hayatıma bir bolluk getirmişti. Yiyecekler, içecekler daha lezzetliydi. Hatıralar daha canlıydı. İnsanlar daha yakındı. Umutlar daha tazeydi. Hayatımı, kaynağı ben olan, yaratıcılık yüklü bir enerji bulutu kaplamıştı. Geçmiş zaman takısı kullanarak yazdığıma bakma. O dönemin etkisi hala devam ediyor. Sadece artık mayıstayız. Nisan damakta güzel tatlar bırakarak geride kaldı. Nisan sonu gibi yine eve geldim. Bu sefer herkes biraz daha rahatlamış görünüyordu. Mart simsiyah pelerininin eteklerini sürüyerek giderken nisan, martın geçtiği yerlere çiçek ekmişti. Güneşle birlikte kalan karanlıklar da yerini ışığa bırakmaya karar verdi. Mayıs çiçekleri derledi.

Mayıs başında ilk defa normalleşme konuşulmaya başlandı. Benim için her şey normale yakındı zaten, biliyorsun. Ama bara gidip içmeyi, sokak sokak, ülke ülke gezmeyi özledim. Hatta asla özlemem dediğim şeyleri de özledim. Mesela kalabalığa karışmayı, mekanlardaki uğultuyu, bir yerde zar zor masa bulmayı... Sana Türkiye’nin salgına karşı aldığı önlemlerden pek bahsetmedim. Önce 65 yaş üstüne sokağa çıkma kısıtlaması getirildi. Sonra 20 yaş altına. Daha sonra herkes için hafta sonları zorunlu karantina uygulaması getirildi. Bu uygulama hala devam ediyor. Ama öncesine göre biraz da serbest bir şekilde. Şimdi dükkanların bazıları yeni yeni açılmaya başladı. Haziranda daha da normalleşeceğimizden bahsediliyor. Ben de Avcılar'daki eve geldiğimden beri kitap okumaya, film, dizi ve tiyatro oyunu izlemeye devam ettim. Bunlara bir de bu dönemde online ve ücretsiz erişime açılan müzeler eşlik etti. Sanırım en sevdiğim kısım da bu oldu. Çoğunu gezerken ıskalamıştım, iyi oldu. Aslında bu döneme özel her şeyi, fazla sürreal olduğu için sevdim. Gece camilerden gelen ilahiler hariç. Aşağıda sana okuduğum kitapları ve gezdiğim müzeleri sıralamak istiyorum. Hem tarihe not düşmek ve serbest çağrışımlar için de vesile olur.

11 Mart'tan beri okuduğum kitaplar:

Albert Camus - Veba

Feride Çiçekoğlu - Vesikalı Şehir

John Berger - Görme Biçimleri

Oscar Wilde - Sosyalizm ve İnsan Ruhu

Bertrand Russell - Mutlu Olma Sanatı

Erhan Altunay - İstanbul'un Pagan Çağı

Soren Kierkegaard - Hakikat Şaraptadır

Anne Frank'in Günlüğü

Stefan Zweig - Satranç

Bunlar da mayıs ayı içinde online olarak gezdiğim müzeler:

Masumiyet Müzesi

Frida Kahlo Müzesi

Dali Müzesi

Beylerbeyi Sarayı

Anne Frank'ın Evi

Uffizi Galerisi

Hatay Arkeoloji Müzesi

Sistine Şapeli

Van Gogh Müzesi

Bergama Müzesi

The Met

Şimdi neredeyse mayısın sonuna geldik. Bu hafta yine Taksim'deki eve gitme hazırlıkları yapıyorum. Yazının bu kısmı tıpkı şu an rehavete kapılan ve artık hayata dönmek isteyen insanların psikolojisi gibi biraz gevşek oldu, farkındayım. Umut bir süredir aramızda. O da Pandora'nın kutusundan sıkılmış anlaşılan. Şimdilik pozitif insanların sayısı azaldı. İnan bana, bu iyi bir anlamına geliyor. Bundan sonraki maceralarımı da biriktirip yazacağım herhalde, bilmiyorum. Ama bu ucube günlüğü, aralara yeni şeyler ekleyerek, tekrar tekrar okuyacağım kesin. O zamana kadar kendine dikkat et.

Günlüğe ek:

Maceralarımı biriktirip yazmak yerine Anne Frank gibi bir ek yazmaya karar verdim. Sevgili günlük, mayıs sonunda pılımı pırtımı toplayıp yine Taksim’deki eve gittim. Bu sefer giderken içim daha rahattı. Yasakların aşama aşama kalktığı, normal hayata yavaş yavaş adım atılan, güneşin tatlı tatlı yüzünü gösterdiği bir dönemdi çünkü. Taksici dahil herkesteki bariz rahatlama fark edilmeye başlamıştı. 1 Haziran’la birlikte normalleşme süreci resmi olarak başlayacaktı çünkü. Pek çok mekan yeniden açılacaktı. Haziranın ortasında 65 yaş üstü ve 20 yaş altına yasaklar kalkacaktı. 1 Temmuz’la beraber de geri kalan yerler açılacaktı. Ne yalan söyleyeyim, bu durum benim de hoşuma gidiyordu. (Bugün günlerden 18 Haziran ve bu durum hala hoşuma gidiyor.) Taksim’e gittiğim o hafta sonu bayramdı ve Türkiye genelinde sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Bu yasak “pandemia”nın son yasağı olarak da kayıtlara geçti. (18 Haziran itibariyle bu durum hala güncelliğini koruyor.) Ben de cuma rakısı, havaların ısınmasıyla beraber bahçe takılması heyecanlarıyla Taksim’deki eve geldim. Bir üçüncü heyecanım daha vardı: Evde beni bekleyen 2 yavru kedi vardı artık. İsimleri en sevdiğimiz yemeklerden mütevellit Sushi ve Taco olan 2 kedi. Hem onlarla tanışmanın hem de Tolga’yla yeniden bir araya gelmenin heyecanıyla salgın dönemindeki ikinci Taksim günleri başladı. Bu sefer de 4 kişinin ikamet ettiği ev ve de bahçe ortamımız epey şenlikliydi. Yepyeni işlerimiz ve gün aşırı temizlik gibi ek görevlerimiz olduğu için zamanımın çoğunu bunlar işgal etti. Mşegul etmekten biraz fazlasıydı çünkü. Çok fazla kitap okuyamadım, itiraf ediyorum. Füruğ Ferruhzad’ın Yaralarım Aşktandır’ını, Selçuk Eracun’un Bir Pera Masalı’nı okudum. Büyük plaj şemsiyesinin altında mahremiyetimizi koruyarak rakı içmenin keyfini yaşadım. İki küçük fantastik canavarla vakit geçirdim. Bir de kuyunun tanrısını kızdırdığımız -ki bu kadar suyun ancak her şeyin tanrısı ve tanrıçası olduğuna inanan Korece bir açıklaması olabilir- için mutfak ve banyodan taşan sularla uğraştım. Maceralarım kesinlikle bu kadar kıt değil. 2 Haziran’da, yeni normalde, ortalığı kolaçan etmek için İstiklal Caddesi’ni turladık. Sevdiğimiz ve halihazırda açık olan mekanları gezdik. Bir Pera Masalı’nın izinde, Beyoğlu’nda Pera’ya dair detayları fark etmeye çalıştım. Burak’ta vegan yemek ve Türkçe saykodelik rock gecesi yaptık. Bir başka akşam da birkaç arkadaşımızı eve çağırdık. Birlikte sosyal mesafesizliğin ve bahçenin tadını çıkardık. En son minyatür bir bara çevirdiğimiz arka bahçemizin resmi açılışını yaptık. Sadece Tolga ve ben. Hep unutuyorum, bir de Sushi ve Taco. Biralarımızı bize zincir vuramayan çılgınlara karşı içtik. Artık her şey biraz daha paniksiz olduğu için yaklaşık bir hafta önce eve geldim. Annemle babam da her zamankinden daha iyi görünüyordu. Artık bahçeye daha sık gelip gidiyorlar hatta orada kalıyorlar. Tabii ki ben yine Taksim'e gideceğim. Çünkü benim de normalim bu: Başka birinin sevgisine ihtiyaç duyacak kadar bağlı olmak, kendiyle yalnız kalmak isteyecek kadar özgür olmak.

Sushi’nin koltuğun kenarından bana bakışını, kucağımda uyuklayışını, mutfakta dikilişini; Taco’nun pofudukluğunu, şirinliğini; bu ikisinin sabah uyanınca beni karşılayışlarını, uykuları gelince üstüme yatışlarını ne kadar özledim bilemezsin günlük.

İnsan kesinlikle değişir. Tecrübeler, fark edişler, sorumluluklar, diğer insanların değişimi hatta atmosferin değişmesi, havanın değişmesi bile değiştirir insanı. İşte bu yüzden net ve sınırları keskin çıkarımlar yapamıyorum. Bu süreci anlatmak, onu yorumlamaktan daha dingin. Şimdi yeniden mart ayına döner miyiz acaba diye endişeler var. Önlemsizlik ve bilimsizliğin bizi o hastalık haline geri döndüreceğine inananlar var. Bunu destekleyen, kara senaryoları olan bilim insanları da var. Ama ben bu kadar karamsar hissetmiyorum. Buna sebep belki de Erhan Altunay’ın da dediği şeye inanmamdır: "Salgınlar hep vardı, olacaktır. Sizi korkutmaya çalışıyorlar. Kötüye gideceğine dair haberlerden korkmayın, tedbir almamaktan korkun." Bense acıyla bolluğun bir arada olacağına inanmıyorum. 2. dalganın geleceğini, her yerin yeniden kapanacağını, hayatın yeniden duracağını, korkunun baskın olacağını düşünmüyorum. Kim bilir belki de buna sebep değişen havadır.

Hoşça kal günlük...

Wednesday, April 29, 2020

Juice of Life

Yaptığımız şeyler, sandığımız kadar önemli değildir; başarı ya da başarısızlıklarımız da sandığımız kadar önem taşımazlar. Büyük üzüntüler bile unutulabilir; mutluluğa yaşam boyunca son verecek gibi görünen felaketler bile zamanla kabuk bağlar ve acıları hemen hemen duyulmayacak derecede azalır. Üstelik bütün bu kişisel düşüncelerin üstünde ve ötesinde bir gerçek var ki hiç kimse dünyanın çok büyük bir parçası değildir. Düşüncelerini ve umutlarını benliğinin üstünde bir şeye yöneltebilen birisi, dünyanın sıradan dertlerinde, tam anlamıyla bencil birisi için olası olmayan bir huzur bulabilir.

************************************************************************************************************

Olası bir talihsizliğin çok kötü olabileceğini ciddi ve mantıklı olarak düşünün. Bu olası talihsizliğe cesaretle baktıktan sonra, kendinizi, bunun pek öyle korkunç bir felaket olmadığına inandıracak nedenler bulun. İnsan başına gelebilecek hiçbir şey evrensel önemde olamayacağına göre, böyle sağlam nedenler her zaman bulunabilir. En kötü olasılığa bir süre göz kırpmadan baktıktan ve gerçek bir inançla kendinize, “Eh pek o kadar zararı yok” dedikten sonra göreceksiniz ki endişeniz büyük ölçüde azalacaktır. Hatta endişeniz tamamen kalkıp, yerini bir tür  sevinç alabilir. Bu işlemi birkaç kez tekrarlamak gerekebilir ama eğer en kötü olasılığı tespit etmekte yan çizmemişseniz.

                                                                                                                                 Bertrand Rusell

Friday, March 27, 2020

Herbarium

Sahip olduğum bütün önemli şeyler
küçük bir bavula sığabilmeli
diyen Marcel Duchamp'la aramda
düzinelerce gözlük,
kutu kutu yüzük,
bir oda dolusu boş şişe,
ve bir sürü bavul var.
Soyluca bir zevk
kendini göstermek
kan ve tüylerin arasında.
Bir cadı romantizmi taşıyor
içinde kırmızı küresi olan
mücevher kutusunda.
Küçücük bir oyuncak bebek evine
sığabilmeli bir hayat
yeri geldi mi.
Böyle buyurdu Zephyr.
O gizemli kısa hikayelerin
renkli kaftanlarla süslenmiş perisi.
Düşlerinde pembe bir İskoç kalesi.
Abartmayı da şapkalar kadar,
ayakkabılar kadar,
biblolar
ve dildolar kadar
çok seviyorum.
Sonuçta Eartha Kitt ehlileşmedi,
gecenin müziğini şakıyan
vahşi çocuklar da.
Bir yığın eski fotoğraf,
oyuncak raf raf,
kullanılmayan bir yığın eşya.
Tarihe yolculuk yapar toplayıcı
kafasının içindeki ipek yolunda.
Ben bir koleksiyonerim.
İçimde özgür bir dışavurumcu var benim.
Gelirseniz görürsünüz,
içi harikalarla dolu minyatür kutuma.

Crypt

Duvarlarına kitap sayfaları yapıştırıyor,
defterine kurumuş otlar
ve de kurutulmuş kalpler.
Bir üniversite defterinin kenarına yazılmıştı
en mütevazi notlar.
Büyük tuvallere kolajlar yapıyor
biraz renkli boncuk, biraz cam kırığı
biraz da paçavra kullanarak.
Cazın kabalistik ritmi eşliğinde.
Uğultular yükseliyor
ölülerin gömüldüğü mahzenden.
Çok sevdiler onlar da.
Oyuncak bebeklere makyaj yapıyor
şimdi hepsi sevimli birer kadavra.
Çocuklar resim yapıyor mudur şimdi evlerde?
Bir kuşun hiç umurunda olmaması ne garip...
Koleksiyonları katlanarak büyüyor
bunu Doctor Caligari'leri bile
hayal edemedi cabinet of curiocities'in.
Lamellar bir uğraşı kendi kendine eğlenmek.
Kınına sığmayan biri olmak
keskin ve sivri.
Çizimler yapıyor tıpkı çocukluğundaki gibi.
Pullu ve yapraksı kadınlar çizmek en sevdiği.
Gülüyor, içiyor, ruh çağırıyor...
Ve bunların hepsini bülbül yuvasında,
çatı katındaki odasında,
kitapların kuytusunda,
kafasının dolaplarında yapıyor.

Thursday, March 26, 2020

Dünyanın Sonunda, Yapmadan Ölme!

* Rakı bardağı tasarlamak.

* Yerel bir barda striptiz yapmak.

* Tokyo'yu görmek.

* Dev bir köpeğe sarılmak.

* Lunaparka gidip, en çılgın araçlara binmek.

* Aramın açıldığı herkesle barışmak.

* Cadı evi tasarlamak.

* Tiyatro oyununda küçük bir rol almak.

* Bir geyiği yakından görmek.

* Chendol yemek.

* Güney Kore'de yaşamak.

* Büyük bir bebek evi yapmak.

* İstiklal Caddesi'nde pelerinle dolaşmak.

Karantinadan sonra...

(11 Mart 2020 - )

Sunday, March 22, 2020

Dorabella

Dağınık saçlarıyla
tek gözünü örtmeyi seven kadın
elflerin şarkılarını dinliyor
ve şiirlerini okuyor kadınların.
Kumaşların kıvrımlarını seviyor
bir de eski elbiseler giymeyi.
Felsefenin yorgun
ama asla yenik olmayan
kapılarından geçiyor
bir komutan edasıyla.
Yapraklardan maske yapıyor
ve anı kutluyor
bilgeliği davet eden nefesle.
Dünya, kendi ışığına gebe.
Suyun üzerinde
safir ışıklar bırakan
güneşle yürüyor savaşçılar.
Umuttan örülmüş
Mithril zırh giyen kadın,
savaşçı oluyor mart destanında.

A Proustian Moment

Dünya serafimlerini devreye soktu,
her şey olması gerektiği gibi.
Bütün tahtlar sarsılır
ve bütün insanlar yalan söyler.
Sura üfledi dünyanın asıl sahipleri:
kor ona, kor ona, kor ona
şimdi her zamanki yaşam!
An diyor ki sakin kal yüreğim.
Bir an, bir koku, bir ortam...
Kendiliğinden ve yoğun bir şekilde
canlanananılar...
Hayatta kal,
hatırla o capcanlı hissi.
Sabah çiyinin verdiği dinçliği, kahvenin kokusunun şehvetini, kedilere dokunmak yumuşaktır her zaman ve kahkaha atarak kaldırmak var kadehini...
Şimdi gör kendinde hayatı
görmediğin anları.
Bir şarkının insanın içini üşüten gizemini, kendini sakınmayanın cesaretini, ehlileştirilmemiş olan her zaman özgürdü ve filmler bize cevabı çoktan sundu...
Parçasısın her ne yaşandıysa,
geçmez elinin kiri ne kadar yıkasan da.
Hazırlıklısın yüreğim sen bu savaşa.
Yalnızca evrenin sırrına vakıf olanlar
ve sanatçılar hayatta kalacak.
Bütün imparatorluklar yıkılır
ve çiçeklerin açmak için bu bilgiye ihtiyacı yoktur.
Tükenmenin anı değil bu.
Tekrar hayata dönmeli,
yeşermeli. 🌿
Bahar gibi uyanmalı duygular.
Ne de olsa katilimiz
hep o fark edilmemiş anlar.
Zeki ve hassas ol yüreğim.
Çok geç olmadan
var oluşunun tadına var.
Bütün feveranlar geçer
ve hayat her zaman ilginçtir.
Hayat,
bu
kadar
işte!

Friday, February 21, 2020

ÜÇ TANRIÇA

Frida Kahlo nam-ı diğer bakire.
Koca bir delik oldu içinde hep
tamamlanmamış resim sevgiliye.
Omurlarını birbirine yapıştırıyor
hiçbir şeyi kusursuz sevmediği için.

Leonor Fini nam-ı diğer anne.
Maskelerden çocuk yaptı
dünya daha ateş-i bahar olsun diye.
İki sevgilisi var;
biri karanlık öteki çıplaklık.

Merle Oberon nam-ı diğer kocakarı.
İblis bir kadın olsaydı eğer
elmasların aurasından bakardı ere.
Yeniden kül olma evresinde,
sükutu hayali ardında bıraktı. 

Thursday, January 23, 2020

Saturday, January 04, 2020

俳句

Düşünmek çöptür,
sessizlik sihir.
Geçmişi düşünmek,
gevezelik
hayalet.
Çözmeye çalışmak.
Kenarıma geldim.
Dingin
bir kuş gibi.
Denge
uyum
simetri.
Cam tavanları yıkma vakti.
Makyoları yık.
Korkuları yık.
Yolu açtım
her şeyi üzerime alarak.
Bu
kendime
verdiğim
hakiki
bir armağan.

The Weird, The Wonderful

"Siz şimdiye gelen her şeyi bilgeleştirdiniz.
Gelecek, şifalanmış geçmiştir.
Gelecek, yanında bir melek bulunan geçmiştir."  Adamus St. German

En iyi arkadaşım özüm.
Egemen varlık yalnız olur,
ama yalnız değilim ben.
Büyülü bir şey çevreliyor beni.
Hepsini yazmak istemiyorum,
yavan değil çünkü hislerim.
Ne 10 yıl boyunca okuduğum en iyi kitaplar
ne izlediğim en iyi filmler
ne dinlediğim en iyi albümler
listesi yapacak Artistotales'çiliğim var.
Hayat, büyüyü normalleştirdiğinde sıkıcılaşır.
Herkesle paylaşamayacağım şeyler var.
Bu benimle özüm arasında.
Yollarıma kristaller ekmeyi,
hayal etmenin kendisinden keyif almayı,
bilinçli havalar solumayı,
bir ambiyansın içinde bambaşka biri olmayı,
ve hayatın her anına keyif katma yeteneğini çok seviyorum.
Bunlar benimle birlikte yaşayanlar.
Merry ve Pippin başlarına gelecekleri bilseydi
bu maceraya girer miydi?
Yol ilerledikçe daha da ilginç hale geliyor.
Kötü şeyler olduğunda bile
içinde bulunabilecek bir bilge vardır.
Bütün mantarlar ve martılar uzaylıdır.
Bütün şeytanlar inançlıdır.
Her savaşta bir ziyafet molası vardır.
Hiçbir kaşif duracağı yeri bilmez.
Özgürlük ve acı yan yana durmaz.
Gezegenin sıçacağını sandığınızı biliyorum
ama dışarısı çok eğlenceli.
Sadece eğlenin. 
İyi eğlenceler!

Yeni Uyanana Mesaj

SANA ÇİZİLEN SINIRLARDAN KURTUL!

Modern Merlin

2👁‍🗨2👁‍🗨

Çok heyecanlıyım!
Okunacak o kadar güzel kitaplar var ki...
İzlenecek filmler var,
şarkılar var,
mitolojik öyküler var dinlenecek.
Evinde bir dünya yaratmış
Viktoryen kadınların gündelik yaşamları gibi
pek çok makale var okunacak,
denenecek tarifler,
yazılacak şiirler...
Müzeler, sergiler, eskiciler, sonra marketler...
Ne çok şey var heyecanlanacak.
Sadece bana iyi gelenlerden bir ev inşa ettim,
bahçesinde keşifler ve geçitler.
İstediğim zamanı ziyaret edebiliyor,
istediğim kişi olabiliyor,
bütün varlıklarla konuşabiliyorum.
Gidilecek öyle güzel ülkeler var ki...
Tatlar var,
sürprizler var şaşılacak,
mizahlar var gülünecek.
Anlar var hafıza galerisine atılacak.
Daha nice bataklıkta kaç lotus fark edilecek.
Kaç kişiden vazgeçilecek, kaçı affedilecek.
Bir Orta Çağ barında birasını yudumlayan cadıcı gibi,
serüvenler var ve her serüvene uygun bir büyü.
Çok heyecanlıyım,
bu olağanüstü zamanlarda
bu üretken zamanlarda
bu yükselişte
bu yaratımda
hayatta kalmayı seçtiğim için!

"Yeni yılınız büyülerle, rüyalarla ve iyi delilikle dolu olsun. Umarım iyi kitaplar okur ve harika olduğunuzu düşünen biriyle öpüşür ve sanat yapmayı unutmazsınız: yazmak ya da çizmek ya da inşa etmek ya da şarkı söylemek ya da sadece kendiniz olmak. Ve umarım gelecek yıl bir yerlerde kendinizi şaşırtırsınız." Neil Gaiman

Lana Befana

Vahşice Hoşgörülü ve Huzurlu Bir Şekilde Vahşi

Hangi ruh halinde olursam olayım
bana neşe ve mutluluk veren şeyler,
bana hayat veren şeyler,
var olma sebeplerim var. 
Bir sürtüğün kıvırmasını
izleyip mutlu olurum.
Dünyanın en yaşlı ağacını
dinleyerek çok şey öğrenirim.
Sadece sevdiklerimden bir alan yaratırım
ruhum sanatla, auram bereketle doluyken.
Kolay, yaratıcı ve hafif; ruh halim.
Bal gibi akmak en sevdiğim dans.
Memnuniyet duygusunun
çok yoğun olduğu bir zaman bu.
Her şey sessizleşti ve duruldu.
Her şey hoş ve dingin.
Bütün savaşlarım sona erdi,
bütün çatışmalarım bitti.
Kimseye, hiçbir şeye ihtiyacım yok
sudan ve bırakmaktan başka.
Kendimle daha iyi geçiniyorum.
Dengenin yılı geldi.
Güzel enerjilerin yılı.
Merhametin de...
Deniz fenerinin kalbine erişecek insanlık.
Çiçeklerimi sermiş olacağım üstüme.
2020'de gerçekleşmiş olacağım.